2 Mart 2017 Perşembe

Vay Halimize!

      Uzun süredir yazmayı planladığım ancak yoğun hayat temposundan elimin değmediği bir sürü konu vardı. Bugün başlangıç vakti olsa gerek. Hepsi birden dökülür mü ellerimden yoksa böler de mi anlatırım bilmiyorum. Kısa mı uzun bir yazı mı; günlerimi alır mı yoksa bir saatte biter mi bilmiyorum...
      Mesela şu -suriyeliler- deyip böyle bastırarak, küçümseyerek söylemek istediğim bir insan topluluğu var aslında sol görüşlü bir insanımdır ama arada milliyetçi tarafım çok ağır basıyor. Şu ülkede mantığı az buçuk çalışan ve vatanını seven bir insan apaçık şu sonuca ulaşabilir: "Benim ülkemin evladı suriyede savaş içerisinde ölümle yaşam arasında kalıyorken, suriyeli mülteci ülkemin sınırlarında nasıl bu kadar hür ve rahat yaşayabiliyor?". Bu cümle ne denli acı verici değil mi? Senin ülkenin çoçuğu, erkeği gitsin bedeni üç kuruş etmez insanların toprağında onlar için savaşsın en kötüsü can versin. Yine bu üç kuruş etmez insanlar, -belki 'vatansız' demek daha doğru olur çünkü vatanını seven insan burada sürtüp gezmez- senin ülkenin, vatandaşının huzurunu bozsun. Şöyle bir durum yaşamıştım bundan iki sene önce; kadının biri dokundu koluma şöyle bir baktım, kınamak için asla söylemiyorum, ülkemin insanını tenzih ediyorum ki dedim kendi kendime köylü bir abla sanırım dedim. Bana bir kuyumcu kartviziti gösterdi ve İngilizce konuşarak oraya gitmek istediğini, nasıl gidebileceğini sordu. Yüzümün aldığı ifadeyi görmeniz lazımdı o kadar akıcı ve net konuşuyordu ki. Nasıl gidebileceğini tarif ettim sonra yoluna devam etti. Ve bu insanlar çok düzgün başta İngilizce olmak üzere farklı diller konuşan, eğitim konusunda bizden ileri ama bir o kadar da uyanık insanlar. Ülkemde bedava sağlık, eğitim hizmeti alıp sınavsız, üniversitede istedikleri bölümlerde okuyabiliyorlar. En kötü tarafı buna sebebiyet veren ülkemde yüksek mevkili insanlar(!). Ufak bir mevzudan örnek vermek gerekirse Rusya bizden aldığı meyvenin, sebzenin güzelini, kontrolden geçmiş bir biçimde ülkesine alıp beğenmediğini bize geri gönderiyorken; Amerika kendi vatandaşının güvenliğini, rahatlığını öncelik yapıyorken; benim ülkem kendi vatandaşına ikinci sınıf insan muamelesi yapıyor. Ne kadar acı verici!
       Senin ülkenin çocuğu sınavlara girip, iyi bir bölüme yerleşme telaşındayken ve gelecek korkusu yaşıyorken sen el alemin üç kuruş etmez bedenli insanlarını bu ülkede, üniversitelerde nasıl böyle rahatça eğitim almasına izin verirsin! Nasıl onlarla bizi eşit tutmayı bırak, bizi aşağıda kılarsın!
Üstüne üstlük onları bu ülkenin vatandaşı yapıp, her türlü pisliği bu ülkeye sokmaya ne hakkınız vardı! Kendi ülkeleri için askerliğe davet ediyoruz da adamları umurlarında değil. Tabi neden umurlarında olsun ki Türkiye'de bu kadar imkan ve rahatlık varken, canları bu kadar tatlı geliyorken...
      Ne kadar tasvip edilmese bile, Donald Trump'ın yaptığı bazı müslüman ülkelerden Amerika'ya girişleri engellemesi bence güzel bir yaklaşım. Bizim ülkemizi baz alarak konuşursak, şayet laik bir ülke -ki lafta öyle- ise her zaman din ayrı bir boyutta tutulmalıdır. Ayrı tutmak dini değersiz kılındığı anlamına gelmez. Aslında dini siyasetten ve diğer konulardan uzak biçimde yaşamak onu yüceleştirir. Ve dini politikaya alet edildiği için suriyeliler Türkiye'ye alınıyor. Tabi bu altında bir çok özel sebep barındırıyor. Çoğunluğunun müslüman olduğu bu ülkede yaşamak, yine çoğunluğu müslüman olan ülkelerle çok samimi olmamızı gerektirmiyor bence. Daha ziyade yakın olunacaksa dini dışarda tutarak milli kimliğe yonelmek denenmeli. Jeopolitik konumumuz göz önüne alınırsa Asya ile Avrupa'yı birleştiren bir köprü görevini üstlenmiş bulunuyoruz. Ancak son yıllara bakıldığında adım adım Arap ülkelerine yüzümüz dönmüş durumdayız. Biraz üzerine düşünülmesi gereken bir durum bu.
      Eğer tarihten ders almamız gerekirse ve biliyorsak ki tarihten ders alınmazsa sadece tekerrürden ibaret olacak o vakit Osmanlı'nın çöküşünü ele alabiliriz. Hala vahdehdin diye ölen, geçmişini bilmez vatanının yoklukta imkansızlıkta kazandığı başarıların değer boyutunu fark edememiş bütün yaştan insanları geçtim geleceğe ışık tutması gereken ama olmayan gençlerle aynı havayı solumaktan utanç duyuyorum. Keşke her ülke kurulduğu düzende, istikrarla ülküsüne bağlı bir biçimde ilerleyebilseydi çöküşler ve sömürge olayı yaşanmazdı. Geçmişini iyi bilen bir gençlik olmalı, o zaman vatanını satanlara duyulmaz bu denli sevgi. Şayet Osmanlı ilk kurulduğu şekilde kalabilseydi, yozlaşma olmasaydı ve din sömürgeliğine girmeseydi, durum farklı olabilirdi.
       Rusya'da kürtlerin bulunduğu büyük çapta bir toplantı yapılıyor ve evet dış işleri bakanlığının buna herhangi bir tepkisi bulunmamaktadır. Sanırım herkes kendi menfaatine düşmüş. Yoksa normal şartlarda buna büyük çapta bir tepki verilmeliydi. Aslında ülkeye şöyle bir dışarıdan bakıldığında batıya karşı güçsüz, doğuya karşı yakın ve yancı bir konumdayız. Peki bu ülkenin gelişmesi için içeride ve dışarıda ne gibi düzenlemelere gitmesi gerek? Peki bu millet beynini nereye bıraktı? Herkes bu ülkede çeşitli olaylar meydana geldiğinde kendisini, ailesini, akrabasını düşünerek, çok şükür bize zarar gelmedi diyerek yaşıyorken; bir gün kötü olayları kendisi veya yakınlarından birinin yaşayabileceğini nasıl hesap edemez...
       Lakabım ya da mahlam ile yazı yazıyorum. Bu tercihim ki kişisel sebepler, kullandığım ismimin içindeki özel anlam ve tarz meselesiyken çoğu gazeteci, yazar ya da vatandaş düşüncelerini sosyal medya ve buna benzer mercilerden gerçek kimliğini koruyarak yazıyor. Burada sosyal medya ve benzer mercilerin özgürlüğüne vurulan kısıttan bahsediyorum. Ve denilen o ki Türkiye bir çok batı ülkesine nazaran daha çok basın özgürlüğüne sahipmiş. Basın kelime anlamı olarak: gazete, dergi gibi belirli zamanlarda çıkan yayınlarla haber ajansları ve bunların sahipleriyle çalışanlarının tümü. Bunu tam olarak buraya yazabilmek için google tarayıcısını kullandım ve altında örnek olarak yazılan cümleyi buraya aynen aktarmak istiyorum. "Bugün basının güçlükleri olduğu bir gerçek" gayet ucu açık, yorumlanmaya müsait bir cümle. 
        Referanduma değinmek istiyorum. Kişinin kendi hür iradesine, bakış açısına ket vuran bir ülkenin vatandaşlarıyız. Beyin yıkama politikasına büyük çapta giriş yapılmış olduğunu düşünüyorum. Sana sunulan iki seçenekten -hayır- ı seçtiğin zaman vatan haini yaftası yiyorsun. Benim gözümde de -evet- diyenler şuan ellerine şeker tutuşturulmuş, avutulan birer çocuk. Siyasete takım tutar bakış açısıyla yaklaşan, profesyonellikten uzak, adam sevmekle oy veren bir ülke burası. Beyni boş, süsüne düşkün kızlarla; aklı uçkurunda, dünyayı kendi çapınca kurtarmaya çalışan, ahkam kesen erkeklerin vatanı burası. Övünürüz ya genç nüfusumuz fazla diye; kendini geliştirmeye adayan, aklı dolu, düşünebilen gençlerimizi tenzih ederek soruyorum bunu peki işlevi var mı bu insanların?
Genç nüfus gelecek vaad etmiyor. Geçen gün on altı yıllık arkadaşımla tartıştım bu konuyu tabiki de siyaset aramıza asla giremez bunun farkındayız. Ama inan ileri görüşlü olup şuan ki düzenle gelecekte olacak olan düzeni göstermeye örneklemeye çalıştım. Ancak bir insan ne kadar bilhassa böyle önemli bir konuda yeni fikirlere kapalıysa en sonunda sizde anlatmaktan vazgeçiyorsunuz. Bu ülkenin büyükleri ne kadar kendi yaptıklarını ört bas etmekte ustalarsa suçlular ya piyonlar oluyor ya da düşünebilen insanlar... Bu referandum süreci bir partiyle bağdaştırılmamalı, bir adamla asla! Ne olacağını anlamak için başkanlık sistemini kullanan ülkelerin eski ve şimdiki hallerine bakmak bence yeterli. Son olarak bu ülkede asıl vatan haini "Atatürk'ü sevmeyen, onun bize armağan ettiği bu vatanı bölüp parçalamak isteyen, onun ismini sildirip başka isimleri kazıtmak isteyen insanlardır." Bu lider isteseydi kendi zamanında başkanlık sistemini getirebilirdi ama o bunu yapmadı, yapmak istemedi. Çünkü onun egosu yoktu aksine çokça vatan ve millet sevgisi vardı. 
        Söyleyeceklerim bu kadar. Yakın bir zamanda görüşmek üzere...

YazarHATUN

14 Şubat 2017 Salı

Peki siz?

Kalbinize sağır olduğunuzu düşündünüz mü hiç?
Ne hissettiğinizi bilmeden sağa sola çarptınız mı,
Yolunu bilmez bir kuş misali?
Gözlerinizi açtığınızda her sabah farklı bir insan olarak kalktınız mı o yataktan?
İnanın bana o kadar zor ki her gün bambaşka bir insan olmak.
Bazen yüzünüz gülmenin verdiği hale o kadar alışır ki,
Aynada bir yabancı olursunuz kendinize.
Aynaya baktığımda kendime ayıp olmasın diye gülümsüyorum şimdi.
Bir bakıyorum ki üzülmeyi unutmuşum,
Akmıyor gözlerimden yaşlar.
Bir baktım ki yazamıyorum ben
Dökemiyorum içimdeki zehiri.
Tutuklu kalmış cümlelerim boğazımda.
Dolaşıyor kelimeler göğüs kafesimin içinde, kalbime yakın bir mevkide.
Gerçekleri yaşamamak adına maskeler bürünmüş suratım.
Yabancıyım artık kendime,
Soruyorum sizlere:
"Her şeyi katlanabilir kılmak için mi bu sahte gülüşler, gerçekleri örtmek için mi?
Ya peki siz gerçek misiniz?"

YazarHATUN

4 Şubat 2017 Cumartesi

Susmayacağım

Büyük bir yalan söyledim,
Bilhassa kendime karşı.
Eziliyorum şimdi sözlerimin altında.
Kapıyı çarpıp gitmek ile;
Kalıp yaşamak arasındaki çaresizlikteyim.
Boğuldum yalanlarınızda,
Boğuldum samimiyetsizliğinizde.
Kalbinizi dinlemeyişinize kızdım sürekli.
Halbuki döndüm, baktım;
Gördüğüm sahne çok can yakıcıydı.
Diyeti ağırdı.
Sizlere benzemeye başlamanın rezilliği ile
defalarca bedel ödemek...
Hislerimin denizinde, kayalıklara çarpa çarpa,
defalarca dağıttım kendimi.
Üstüm başım kan revan.
Ben yoruldum!
Susmaktan yoruldum!
Sağımda solumda melek yok sanki,
Taşıyorum onlar yerine nefreti de sevgiyi de...
Tutkulu aşkıda astım boynuma bir zincir gibi,
ölüyorum kalbimin zindanında.
Her yeni doğan gün ışık sızmıyor buraya,
Ve her gece gaipten konuşuyor birisi.
Ben yoruldum!
Bu sesi dinlemekten,
İtiraf edememekten,
Döktüklerimi toparlayamamaktan,
Canımda sakladıklarımı sahiplerine iade edememekten...
Her şeyin bir zamanı olduğu inancındayım.
Bu yolda her şeye rağmen umudum tam.
Ben o günü bekliyorum.
Herkes için en doğru günü...
Ve ben o gün asla susmayacağım.

YazarHATUN

30 Ocak 2017 Pazartesi

İnsan ki

Gözlerinden mutluluk akan adamlar,
Gözlerinden mutluluk akan kadınlar gördüm.
Yolun ortasındayken milyonlarca yüz geçti yanımda.
İnsanların içinde bir yer edinmek istedim kendimce,
Nasıl bir insan olmalıyım derken gördüm gözlerde.
O ışıklı gözlere eşlik eden tebessümler yansıdı gözlerime,
Deli kahkahalar gördüm, onlar sarılırken birbirlerine.
İmrendim sessizce.
Yaşanılanlar işlese de ruha,
Gözleri parlak tutabilmekteymiş bütün marifet.
Yaşının ve yaşamının getirdiği tecrübeyle,
Ruhunu umuda bulayan bir yaşlı amcadan öğrendim.
Hayat bazıları için bir tiyatro sahnesi,
Bazen gidilecek uzun, bilinmez bir yol,
Belki macera dolu bir kitap olabilir.
Ve insan kendince yarattığı hayatının şeklinde olabildiğince güçlü,
Ne olursa olsun tek olduğunun bilincinde,
Cesur olabilmeliymiş.
Çaba harcamalı ve yeri geldiğinde vazgeçmeyi öğrenmeliymiş.
İnsan ki  -insan- olma vasfını gerçek manada taşıyabilmesi için,
İçinde iyinin, güzelliğin tohumlarını beslemeliymiş.
Ve insan bütün kötülere, kötü olaylara, olumsuzluklara rağmen
Hayat tiyatro ise, en iyi oynayan;
Yol ise, emin adımlarla yürüyen;
Kitap ise, en iyi anlayan olmalı.
Canın yansa da gülümsemek her şeye rağmen,
Her yeni güne bir şans olarak görüp
Umutla yaşayabilmek adına...

YazarHATUN


15 Ocak 2017 Pazar

Istanbul

Istanbul'u benimle karış karış keşfeden bir adam tanıyorum.
Dolaşıyoruz el ele bilmediğimiz semtleri
Bazen Turgut oluyor benim gözümde
Ben yanında sevdiği kadın Tomris.
Bazen Sabahattin Ali gibi mahsunlaşıyor, gözlerimin içine bakarak
Ben deli dolu Maria...
Hayattaki tek emelim kalbini kalbime payidar kılmak
Uyuyorum yanımda o adam
Uyanıyorum güneşi bir damla odamıza sokmuyoruz.
Bir loşlukta sarıyor kollarını bana
Bakıyorum gözlerine görüyorum karşımda Cemal Süreya
Yollardayız deli divane
Dilimde Orhan Veli'den "Istanbul'u dinliyorum"...
Pierre Loti'ye çıkıyoruz hafif bir yağmur var.
Gelişimizin şerefine koyuveriyor gözyaşlarını
Ipıslak olmuş üzerimiz, İstanbul'u izliyoruz.
Bir çay içiyoruz, yağmurla karışık.
Gidiyor elim ellerine.
Huzur mu? bu işte.
Karlar yağıyor yüzümüze çarpa çarpa...
Ben ki Sultan Ahmet'te uçuşan bir kuş misali
Pek mutlu, pek neşeli.
Park lambasına dolanıyor gözlerim
Geçiyorum önüne,
Şimdi kar daha parlak düşüyor siyah saçlarıma.
Kıştan beyazlaşmış buğday tenim daha bir pak şimdi.
Çeviyorum gözlerimi o adama
Sanki daha da güzel bakıyor bana.
Karaköy'den Kadıköy'e geçmeye çalışıyoruz akşamın kalabalığında
Sarılıyor belime sanki bütün kalabalıktan korumak istercesine
Birileri şarkı söylüyor ağızlarında
"...Ayrılık ayrılık aman ayrılık
Her bir dertten ala yaman ayrılık..."
Bakıyorum yüzüne... Daha bir sıkı sarılıyorum.
Ardından Drama köprüsü çalınmaya başlıyor.
Istanbul seviyor beni, ben onu daha çok...
Karlı bir akşamda bir medreseye giriyoruz.
Bambaşka bir hayat keşfediyorum.
Eski bir kubbenin içindeyiz.
Beyler, amcalar fokur fokur tüttürüyorlar nargilelerini
Hem bir sükun hakim ortalıkta.
Kimse ses etmiyor varlığıma
Pek hanım hanımcık oturuyorum o adamın karşısına
Bir tavla atıp bir acı kahve içip, yanıya geçiyorum usulca.
Kırk yıl daha ekliyoruz hatrımıza.
Hatır gönül bilmemezlik yapmayız biz.
Özlüyorum arada Gülhane'de yaz havasını
Çınlatıyorum o adama...
İstiyor arada gönül, bir daha Galata'ya çıkmayı
Bir ihtimal korka korka İstiklal caddesini.
Kız kulesine karşı çay içmeyi de unutmayalım...
Hepsi birer söz diğer gelişime sakladığımız.
Istanbul'un rüzgarı, soğukta bıçak gibi kesermiş insanı
Gözlerimi çeviriyorum gökyüzüne
martılar uçuşuyor hürce, çığlık çığlığa
Çok açıkmışız paylaşmak istesemde gevreğimi yapamadım
Yedim bir soğukta soğuyan çayımla.
Karşıda görüyorum Haydar Paşa garını...
Haykırıyorum gökyüzüne sessizce; bir çocuk sevdim...
Gider ayak bir müzeye götürüyor bu adam beni.
Mükemmel büyük...
Sanki ruhumu hediye ediyor bana.
Yüzümden gülücükler düşmüyor hiç.
Otomobiller görüyorum geçmişte bindiğim.
At arabaları görüyorum, ben önceden Sındırella
Savaş uçakları görüyorum,
İngiliz trenleri...
Gemiler görüyorum, sevdiğimi yolluyorum
Gün sayıyıyorum gelsin diye.
Denizaltına giriyoruz savaşta yaşamış o adam orada
O denizaltının kokusu gülümsetiyor onu.
İçindeki tutkuyu sessizce hissediyorum.
Onun en yakını benim.
Duvarsızı, sınırsızı...
Aile yadigarı olan bu müzede sonra Ata'ma ait parçalar buluyorum.
Gazi Mustafa Kemal'in mühürleri
Kıyafetleri, kullandığı fincana kadar,
Ve daha nicesi dile dökemediğim...
Bir adam beni benimle yaşamayı severken
Keşfetmeyi severken benimle bilinmezlikleri
Ben nasıl seni sevemem diyebilirim ki...
Ve ben ki,
Her keşfettiğim yerde, buluyorum kendimi.
Ben Istanbul'un kırklarının sonu, ellilerinin ortası, altmışlarının başıyım.
Ben yaşamışım o eski evlerde eski Istanbul'u
Ben yazıp, ben söylemişim.
Ben en güzel, en çetrefilli aşkları yaşayıp
Dillerine dolandırmışım herkesin.
Şimdi ise yaşadıklarımı okuyorum birer birer.
Ne de güzel yazmışım...
Ruhum pek güzel...

YazarHATUN

13 Aralık 2016 Salı

AHDE VEFA - II


İnsanın mümkün birleşiminin ya da çokça bir arada durmalarının yine aynı mümküniyette sebepleri olmalıydı. Keskin mevzu bahisi buydu. Şu karşıdan el ele tutuşmuş çiftin bir arada olmasının sebebi neydi? Bakıldığında birbirlerine en azından dış görünüş olarak uygunlardı. Ama ne çok yakışıklı ne de çok güzeldi her ikisi de. Belki de yalnızlık bir olmaya itmiş olabilirdi. Evet, çokça ilişkinin biricik sebebi buydu. Kısaca günümüzdeki ilişkilerin sebebi buydu. Yalnızlığın getirdiği sıcak kucaklaşma... Yaranı saracak birini mi arıyorsun;  zaman öldürecek, gezip, eğlenebileceğin birini ya da yatağını dolduracak birini? Yalnızlık öyle bir olgudur ki kaybetme korkusunu da hisseder insan, kendini aşık hissetme ayrıca bir arada olma istek ve hissiyatını arttırır. Aşık olup olmadığını keskin bitişlerde anlar insan.
Sadece üstüne bir soğuk yel değmesi gerekir. Başka birini bulamazsam korkusuyla elindekine sarılır insan. Saçma olarak son şansım düşüncesine kapılabilir. O kişi gözünde değer kazanır böylece. Aslında ortada bir aşktan ziyade beyin oyunu vardır. Nöronlarının kuklası olur insan. Psikolojik olarak orada tutacağı bir elin varlığını bildikçe insan rahatlar.
Birde mantıkçı takımı vardır. Yüzde ellisi o büyük aşklarını yaşamıştır. Diğer yüzdelik kısım ise aşkı bulamadığı ve yaşları yavaştan
kemale erme durumunda olduğu belki de erdiği için kendilerince oluşturdukları istek listesine göre buldukları biriyle ilişkilerini devam ettirme durumunda  olurlar.
Sevdiği insanla birlikte olan takımı var birde. Bunların sayısı da yadsınamaz kadar fazla. Sevdiği diyorum işte sadece sevdiği ama aşık olduğu değil. Huzur bulduğu, değer verdiği belki de sadece sevmek değil çokça sevmek içinde bulunduğu sıcak bir çift kol. Aşk yok, sadece huzur var. Senin seven birinin olduğunu bilmenin verdiği mutluluk denilebilir buna.
Derin, belki de bu yüzden yalnızdı. Sahte gülüşmelerin öpüşlerin ve dokunuşların kurbanı olmamak adına kalbini kendince camdan bir fanusa koymuştu. Herkes o kalbi görüyordu. Herkes Derin'e kendince yaklaşmak istiyordu. Derin kalbiyle oradaydı ama kimse o kalbi almaya yanaşmıyordu.
Çünkü sorumluluk ister gerçek aşk. Kırılırsa o fanus, alınırsa o kalp toparlanamazdı bir daha gerçekler. Derine sevmek ya da çok sevmekte yetmezdi. Derin derinliğinde boğulacak cesur bir kalp arıyordu. Derin'in ölümüne sevmekti bütün arzusu, her ne olursa olsun ölümüne sevilmek.
Son olarak Derin'in cephesinde en şanslı bulduğu birbirlerine aşık olduğu için birlikte olan insanlar vardı. Bir insanı çok sevmenin ötesindeki -farklı bir şekilde çok- kavramıyla sevmek. Delice, kalben bağlanmak demekti bu ilişki. Aşk cesaret isteyen; zaman, mekan, ayrım tanımayan bir sonsuzluktu. İnsanlar canlarını verebilirdi birlikte olmak için. İstisnasız bir elmanın iki yarısı olma hali denilebilirdi. Derin böyle sevebileceğini adı gibi biliyordu depderin sevebilirdi.
Ama bu yaşına kadar kimseden karşılığını bulamadı. Kimse elini taşın altına koyacak kadar babayiğit olmadı bugüne kadar.
Derinden bir of çekip denizi izlemeye devam etti. Aşk herkesin ağzına alabileceği kadar ucuz, yanlış kişilere kurban gidebilecek kadar alalede olmamalıydı. Masumiyetle başlamalıydı. Aşk, oyunlara gelebilecek bir olguda değildi, biliyordu. Bir damla yaş geldi gözünden. Kalbinde öldürdüğü herkese bir duaydı bu gözyaşı... Kalbinde şekillenmeye başlarken intihar etmiş,
bazen de şekillenmiş ama vefat etmişlere gelsin. Hepsi sırayla olması gereken Derin'i yarattılar. Can yaka yaka... Bunlardan biri de Murat'tı. Esra ile olan laubali birliktelikleri, Derin her ne kadar bunu görmek istemese bile Murat'a yakışır şekildeydi. "Peh, bir adam yedisinde neyse yetmişinde de odur!" dedi yüksek bir sesle. En son alışveriş merkezindeki olaylı görüşmelerinden sonra bir daha iletişime geçmemişlerdi.
Derin sinirlendikçe denizin dalgaları arttı. Saatlerce oturup hırçın denizi izleyebilirdi nasıl olsa kendi gibiydi denizde. Dertleşiyorlardı sessizce. Yorgunluklarını denize dökerken, deniz ise hırçın dalgaları ile uzak sulara sürüklüyordu dertleri. Kafasına gökyüzüne çevirdi sonra, nasılda huzur veriyordu insana. Güneş parlaktı. İzmir'in iç ısıtan güneşi, rahatlattı Derin'in bedenini.
An’ı durdurdu kalbinde, anıları birer birer geçirdi beyninden. Gözleri denize hipnoz olmuşçasına bakıyordu. “Neyim ya da ben kimim? İsmim sadece Derin. Peki dokunduğum kimin kalbi ben kadar derin…” devamı geldi. Susmak bilmedi ruhu.
“İsterdim içinden geçenleri bilmek
Her gece fısıldadıklarını uykuya dalarken
Kalbini bilmek isterdim kuytu bir köşede
Bir köşede yine karşılaşmak seninle
Vedalaşmak bir köşe başında sıcak bir öpüşünle
Belki yağmurlu bir Kanunuevvel akşamında
Maamafih uykuya dalıyoruz her gece,
Filhakika çıkıyorsun yine bir köşede,
Beyaz bir silüetle…
Olsun varsın bilirim bekleyiştedir kudret,
Salınırken kuru yaprak gibi bir soğukta.
Kudret sükun etmiş bir kalpte,
Bütün gerçekler dilde,
Kudretle beklerken bir köşede;
Kanunuevvelin on yedisinde
Bahsedeceğim, bulabileceğim her köşeye.
Öncelikle uyan aç gözlerini
Gör gerçekleri,
Etrafın ne yaptığını bilmeyen insancıklarla dolu.
Uyan... Bu senin son şansın değil.
Uyan...”
Bunu dile getirip Murat’a da söylemeliydi.

...

Piremses :)

İlişkiler karmaşık döngüler, benzer şemalar ve görünmez terazisi bulunan derin yapılardır. Değişen toplum koşulları, ahlak ve etik değerlerl...